Biricik

biricik

Hıristiyanlık öncesi çağ ile Hıristiyanlık çağının hedefleri birbirine karşıttı. Birincisi gerçeği idealleştirmek, ikincisi ise ideali gerçekleştirmek amacındaydı; birincisi “kutsal tin”i, diğeri ise “yücelmiş beden”i bulmak istiyordu. Bu sebeple biri gerçeğe karşı duyarsızlıkla, “dünyevi şeyleri hor görmeyle”, öteki ise ideali reddetmekle, “tini hor görmeyle” son buldu.

Gerçek ile ideal arasındaki karşıtlık yok edilemez ve biri asla diğerinin yerine geçemeyecektir. Eğer ideal gerçek olsaydı, artık ideal olmaktan çıkardı, ve gerçek ideal olsaydı, o zaman da artık sadece ideal varolurdu, gerçek ise olmazdı. Her ikisi arasındaki karşıtlık ancak insanın her ikisini de yok etmesiyle ortadan kalkabilir. Bu karşıtlık ancak bu “insan” da, yani bir üçüncüde son bulabilir; aksi takdirde fikirle gerçeklik asla örtüşmez. Fikir fikir düzleminde kaldığı sürece gerçekleştirilemez, ancak fikir olarak öldüğü takdirde gerçekleşir; aynı durum gerçek için de geçerlidir.

Ama şimdi karşımızda fikir yanlısı Eskilerle, gerçeklik yanlısı Yeniler var. Her ikisi de kendilerini bu karşıt görüşlerin etkisinden kurtaramazlar; Eskiler tin özlemi içindeydiler ve eski dünyanın bu hevesi giderilmiş ve bu tin gelmiş gibi göründüğünde, diğerleri hemen bu tini tekrar dünyevileştirme amacına yöneldiler, ama bu hep “yerine getirilemez bir dilek” olarak kalmaya devam edecektir.

Eskilerin, yerine getirilemez dileği kutsallıktı; Yenilerin yerine getirilemez dileği ise bedenselliktir. Ama Eski Çağ, özlemini tatmin ettiğinde batmak zorundaydı (çünkü sadece o özlemi ile varolmaktaydı) ve Hıristiyanlık çemberinin içinde de hiçbir zaman bedenselliğe ulaşılamazdı. Nasıl ki kutsallaştırma ve arındırma eğilimi Eski dünyanın başından sonuna kadar devam ettiyse (yıkanmalar vb.), Hıristiyan dünyasında da bedenselleştirme eğilimi sürer gider: Tanrı kendini bu dünyanın içine atar, etten kemikten bir varlık olur ve dünyayı kurtarmak ister, yani kendi varlığı ile bu dünyayı doldurmak ister. Ama o bir “fikir”dir, bir “tind”ir ve bu nedenle de sonunda -örneğin Hegel’ e göre- fikir her şeye, dünyaya yerleştirilir ve “fikrin, aklın herkeste varolduğu” kanıtlanır. Çoktanrılı dinler döneminde Stoacıların “bilge kişi” olarak nitelediği varlığın günümüzdeki karşılığı “İnsan”dır ve her  de etten kemikten olmayan varlıklardır. Hayali “bilge kişi”, Stoacıların bu bedensiz “Aziz”leri, sonradan gerçek bir kişi haline dönüştü, etten kemikten bir Tanrı şekline bürünerek bedense/leşti ve ”Aziz” oldu. Hayali “İnsan”, bedensiz Ben, bedenselleşmiş bende, içimde gerçekliğe erişecektir.

“Tanrı’nın varlığı” konusundaki soru, bütün Hıristiyanlık dönemi boyunca bir şerit gibi kıvrıla kıvrıla uzayıp gider ve hep yeni baştan ele alınmış olması, insanların varoluş, bedensellik, kişilik ve gerçeklik meseleleriyle zihinlerini sürekli meşglıl ettiklerini kanıtlar, çünkü bu meselelerin doyurucu çözümü hiçbir zaman bulunamamıştır. Sonunda Tanrı’nın varlığı konusundaki soru ortadan kalktıysa da, ileride “Tanrısallığın” varolduğu (Feuerbach) ifadesinde yeniden dirildi. Ama bu Tanrısallığın da bir varlığı yoktur, ve “saf İnsanlık” fikrinin gerçekleştirilebileceği yönünde ki son çare de, artık uzun süre koruma güvencesi sağlamayacaktır. Hiçbir fikir bedenselleşme yetisine sahip olmadığından, fikir varlıktan yoksundur. Skolastiklerin realizm ve nominalizm savaşı da aynı içeriği taşıyordu; kısacası bu mesele bütün Hıristiyanlık tarihi boyunca sürer gider ve hiçbir zaman onun içinde son bulamaz.

Hıristiyanlık dünyası, fikirleri, hayatın içindeki münferit durumlarda, devletin ve Kilise’nin kurumlarında, yasalarında gerçekleştirmeye çalışır. Ama fikirler buna karşı koyar ve hep cisimleştirilmesi (gerçekleştirilmesi) mümkün olmayan birşeyleri alıkoyar. Bedensel/eşme hiç gerçekleşmediği halde, durup dinlenmeksizin bu cisimleştirmenin üzerine gidilir.

Aslında gerçekleştiren kişi , gerçekliği çok önemsemez; onun önem verdiği, fikirlerin gerçeğe dönüşmüş olmasıdır; bu nedenle de gerçekleşenin içinde hakikaten bir fikrin, yani bir çekirdeğin bulunup bulunmadığını hep yeniden araştırır; gerçeği denetlerken, aynı zamanda fikri de denetler. Fikrin onun tasarladığı gibi gerçekleştirilebilir olup olmadığını ya da kendisi tarafından yanlışlığı nedeniyle gerçekleştirilemez diye düşünülüp düşünülmediğini araştırır. Hıristiyan, aile, devlet ve benzeri varlıkları artık umursamaz; Eskiler gibi bu “ilahi” varlıklara kendini feda etmez, bunun yerine onları, içlerindeki tini canlandırmak için kullanır. Artık gerçek aile ilgi çekmez hale gelmiştir, onun bağrından ortaya çıkarılan ideal aile “hakikaten gerçek aile” olacaktır: Tanrı tarafından takdis edilen kutsal bir aile, ya da liberal bakış açısına göre “akla uygun” bir aile olacaktır. Eskilere göre aile, devlet, vatan vb. zaten mevcut kurumlar olarak tanrısal sayılır. Yenilere göre bunlar tanrısal olma beklentisi içindedirler, yani varoluşları günahtır, dünyevidir ve bu durumdan “kurtarılmaları “, yani hakikaten gerçeklik kazanmaları gerekir. Bunu anlamı şudur: Mevcut ve gerçek olan aile vb. değildir; tanrısallık mevcut ve gerçektir, fikir mevcut ve gerçektir. Bu ailenin, hakiki gerçeği, fikri kavrayarak kendini gerçekleştirip gerçekleştirmeyeceği henüz belli değildir. Tek’in görevi, aileyi tanrısallığın temsilcisi sayarak ona hizmet etmek değildir, tam tersine onun görevi , tanrısal olana hizmet etmek ve henüz tanrısal olmayan aileyi ona ulaştırmaktır, yani her şeyi fikrin egemenliği altına almak, her yere fikrin bayrağını dikmek, fikri gerçek etkinliğine kavuşturmaktır.

Gerek Hıristiyanlık, gerekse Eski Çağ için önem taşıyan konu tanrısallık olduğundan, her ikisi de aksi yönlerden aynı hedefe varır. Çoktanrılı çağın sonunda tanrısallık dış dünyevi, Hıristiyanlığın sonunda ise iç dünyevi olur. Eski Çağ bu konuyu tamamen dünyanın dışına çıkaramamıştır, Hıristiyanlık bunu başarınca, tanrısallık yeniden dünyaya dönmeyi özlemiş ve dünyayı “kurtarmaya” niyetlenmiştir. Fakat Hıristiyanlık çerçevesi içinde, tanrısallığın iç dünyevi olmasıyla, gerçekten bizzat dünyevi olması mümkün değildir: Çünkü “kötü”, akılsızca, rastl antısal, “egoistçe” gibi “dünyeviliğin” kötü yanlarını temsil eden pek çok niteliğin içi tanrısallıkla doldurulamaz, olduğu gibi kalır ve kalmak zorundadır. Hıristiyanlık, Tanrı’nın insana dönüşmesiyle başlar ve yıllar boyunca Tanrı’yı bütün insanlara ve insanla ilgili her şeye ulaştırmak, her şeye tin ile nüfuz etmek için ruhları kurtarmaya ve dine yöneltmeye çabalar. Amaç “tine” özel bir yer sağlamaktır.

En sonunda İnsan’a veya insanlığa daha çok önem verildiyse de , burada da gene “sonsuzlaştırılan” İnsan düşüncesidir. “İnsan ölmez!” Artık şu fikrin gerçekliği bulundu sanılmaktaydı: İnsan tarihin, dünya tarihinin Ben’idir; gerçekten gelişen, yani kendini gerçekleştiren bu idealdir. Gerçekten “reel” olan, bedensel olan odur, çünkü tarih onun bedenidir ve Tek’ler sadece onun uzuvlarıdır. Dünya tarihinin, hatta Hıristiyanlık öncesinin de Ben’i, İsa’dır; modern bakış açısına göreyse İnsan’dır. İsa imgesi, İnsan imgesine dönüşecek biçimde gelişmiştir: Tarihin merkez noktası aslında insan, kesinlikle insandır. Hayali başlangıç “İnsan” sayesinde geri döner. Çünkü İnsan da aynı İsa gibi hayali bir varlıktır. Dünya tarihinin Ben’i olarak “İnsan” , Hıristiyanlığa ait görüşlerin döngüsünü tamamlar.

İnsanın, varoluşu ile dünya üzerindeki misyonu arasındaki gerilim, yani olduğum Ben ile olmam gereken Ben arasındaki gerilim ortadan kalkarsa, Hıristiyanlığın sihirli çemberi kırılmış olur. Bu çember, fikrin bedenselleşme özlemi olarak varlığını sürdürür ve ikisi arasındaki ayrılığın azalmasıyla yok olur; fikir ancak fikir düzleminde kalırsa -ki zaten İnsan ya da İnsanlık da bedensiz bir fikirdir-Hıristiyanlık henüz vardır. Hıristiyanlar, bedenselleşmiş fikri, bedenselleşmiş ya da “tamamına ermiş” tini, “Mesih’in dönüşü” ya da “tarihin hedefi” olarak hayal ederler ve Hıristiyanlara göre bu şimdiki zamanda değildir.

Tanrısal alemin kuruluşunda, ya da aynı meseleyi çağdaş bir görüş ile ele alırsak, insanlığın gelişiminde ve tarihi sürecinde Tek’in sadece bir payı olabilir ve bu payın büyüklüğüne göre de Hıristiyanlık açısından, ya da -çağdaş ifadeyle- insanlık açısından kişiye değer biçilir. Bunun dışında Tek, toz-topraktan ibarettir, bir torba dolusu solucan kadar değersizdir.

Tek’in kendi başına bir dünya tarihi olduğu ve genel dünya tarihinde de kendine düşen pay kadar mülkiyeti olduğu, Hıristiyanlık kavrayışının sınırlarını aşar. Hıristiyanlar için dünya tarihi daha üstündür, çünkü İsa’nın ve “İnsan”ın tarihini, öyküsünü anlatır. Oysa egoist için sadece kendi öyküsü bir değer taşır, çünkü o, İnsanlık düşüncesini ve Tanrı’nın tasarılarını, kaderin amaçlarını, özgürlüğü ve buna benzer şeyleri umursamaz, sadece kendini geliştirmek ister. O, kendini fikrin bir aracı, Tanrı’nın barındığı bir kap, bir kılıf olarak görmez. Hiçbir misyonu tanımaz, insanlığın daha mükemmele doğru gelişmesine katkıda bulunması gerektiği düşüncesine kendini kaptırmaz, o hayatını yaşar ve insanlığın bu sırada iyi ya da kötü durumda olup olmadığını umursamaz. Eğer doğal durumun methedilmesi gerektiği şeklinde bir yanlış anlamaya sebep olabileceğinden çekinmesem, Lenau’nun “Üç Çingene” adlı şiirini anımsatmak isterdim. -Ne yani, ben dünyaya düşünceleri gerçekleştirmek için mi geldim? Örneğin “devlet” düşüncesini gerçekleştirmek için vatandaşlığımla katkıda mı bulunmalıyım, ya da “aile” düşüncesini gerçekleştirmek için evlenip kocalık ve 1 babalık görevlerini mi üstlenmeliyim? Böyle bir görev beni hiç ilgilendirmez! Bir çiçek, topraktan fışkırıp yetişirken ve güzel kokularını etrafa saçarken nasıl yeryüzündeki görevini yerine getirmeyi amaçlamıyorsa, benim yaşamamdaki amaç da bir görevi yerine getirmek değildir.

Hıristiyan bakış açısı ters yüz olup şu ifadeye dönüştüğünde “İnsan” ideali gerçekleşir: “İnsan, Ben’im -Biricik olan Ben!” Bu durumda, “İnsan” kavramının ne olduğunu araştıran “İnsan nedir?” sorusu, kişisel bir “İnsan kimdir?” sorusuna dönüşmüş olur. “Ne” sorusunda, gerçekleştirme amacıyla kavramı araştırma vardır; “kim” denildiğinde ise, bu artık herhangi bir soru değildir, kişisel yanıt bir çırpıda soru soranın elindedir: Soru kendi kendini yanıtlar.

Tanrı hakkında şöyle denir: “Seni adlandırmaya isimler yetersiz kalır.” Aynı söz Benim için de geçerlidir: Hiçbir kavram beni açıklamaz, benim özümü ayrıntısıyla incelemek için söylenenler beni tümüyle kavrayıp aktaramaz; bunlar sadece birer isimdir. Aynı şekilde Tanrı için de mükemmel olduğu ve mükemmelliğe erişme gibi bir amacı olmadığı söylenir. Bu da salt Benim için geçerlidir.

Ben kendi kudretimin malikiyim ve ancak kendimi Biricik olarak bilirsem kudretimin maliki olabilirim. Biricik’te malik bile, kendisinin yaratıcı Hiçine geri döner. Benden daha yüksekteki her yüce varlık, bu ister Tanrı olsun, ister İnsan, benim Biriciklik duygumu zayıflatır ve yalnızca bu bilincin güneşinde soluklaşır. Eğer Ben meselemi Biricik olan Kendime bırakırsam, meselem geçici olana bırakılmış olur, onu kendi kendini tüketen ölümlü yaratıcısına bırakmış olurum ve Ben şöyle diyebilirim:

Ben meselemi Hiçe bıraktım.

This entry was posted in General and tagged , , , , , , , , , , , , , , , . Bookmark the permalink.