Aile

Aile max stirner

İstenilen ilk topluluk türü ailedir. Ebeveynler, karı-koca, çocuklar, kardeşler bir bütünü yani aileyi oluştururlar ve akrabaların buna katılmasıyla aile çerçevesi genişler. Aile eğer aile yasası (dindar saygı ve aile-sevgisi) üyelerince uygulanırsa, ancak o zaman gerçek bir topluluktur. Ebeveynlerini ve kardeşlerini umursamayan bir evlât, evlâtlıktan çıkmıştır: Evlâtlık yeterince ortaya konulmadığından, bu ilişki anlamsızlaşmıştır, tıpkı geçmişte anneyi ve çocuğunu birbirlerine bağlayan göbek bağının kesildikten sonra anlamsızlaşması gibi. Geçmişte bu bedensel bağla yaşamış olma gerçeği olarak ortadan kaldırılamaz ve işte bu anlamda evlât vazgeçilmez biçimde o annenin evlâdı ve diğer çocukların da kardeşi kalacaktır; ama bir bağın sürmesi için aile tini olan dinsel saygının da sürmesi gerekir. Bireyler ancak ailenin mevcudiyetini kendilerine görev edinirlerse ailenin tam üyesi olurlar,  tutucu iseler ancak o zaman kendi kökenlerinden, aileden şüphelenmezler.  Bir şey her aile üyesi için sabit ve kutsal olmalıdır, bu şey ailenin kendisidir ya da açık bir ifadeyle: Dindar saygıdır. Aile üyesi aileye düşman olan egoizmden uzak durduğu sürece ailenin devamlılığı dokunulmazlığı olan bir hakikattir. Kısacası-: Eğer aile kutsalsa aileye dahil olanların hiçbiri ondan ayrılamaz, aksi halde aileye karşı “suçlu” olur; aile üyesi, aileye karşı asla düşmanca bir çıkar peşinde olamaz, örneğin aileye ters düşen bir evlilik kuramaz. Kim bunu yaparsa,  “ailenin şerefini kirletir” ve “aileyi lekeler”, vb.

Eğer birey, yeterince egoist içtepiye sahip değilse, aileye uyarak ailenin beklentileriyle uyum içinde olan evlilik kurar, ailenin sınıfsal yapısıyla uyum sağlayan bir meslek edinir, vb. kısacası “aileyi şereflendirir”.
Ama eğer damarlarındaki kan yeterince egoist ateş taşıyorsa, ailenin “suçlusu” olacak ve onun yasalarından vazgeçecektir.
Kalbimde en çok yer eden hangisidir, ailenin esenliği mi, benim esenliğim mi? Sayılamayacak kadar bir çok durumda her ikisi de barış içinde aynı yolu gidebilirler ve  aileye sağlanacak olan yarar benim de yararım olacaktır ve benim payıma düşen yarar onun da yararına olacaktır. Bu durumda kendi çıkarımı düşünerek mi yoksa genelin çıkarını düşünerek mi hareket ettiğim konusunda karar vermek zor olacaktır ve Ben, belki de kendimi pohpohlamaktayım özgeci davranışımla. Ama gün gelecektir ki, Ya – Ya da seçimi karşısında titreyeceğimdir ve soy ağacımı lekeleyecek, ebeveynlerime, kardeşlerime, akrabalarıma kafa tutacağımdır. Peki ne olacak? İşte o an yüreğim ne ve nasıl olduğumu gösterecektir; dindar saygının mı yoksa egoizmin mi benim için daha üstün olduğu ortaya çıkacak ve bundan böyle kendi-çıkarcı, özgeciliğin gölgesine sığınamayacaktır artık. Ruhumda bir arzu yükselmekte ve her an giderek bir hırsa dönüşmektedir. Aile tinine ve dindar saygıya ters düşebilecek en küçük bir düşüncenin bile hemen bir suç olabileceğini kim aklından geçirebilir ve kim ilk anda tam olarak meselenin bilincine varabilir ki! “Romeo ve Juliet”’te Juliet’in yaşadıkları bunun aynısıdır. Dizginlenemeyen tutku neticede dindar saygının bünyesini yerle bir eder. Diyeceksiniz ki, aile kendisinde direttiği için kendi tutkularını dindar saygıdan daha üstün tutanları ve kendi istemlerine yönelik hareket edenleri kucağından atmıştır. Sadık Protestanlar da Katoliklere karşı aynı bahaneyi ileri sürmüşler ve bunda başarılı olup kendilerini bile inandırmışlardır. Oysa bu suçu kendi üstünden atmak için bir kaçıştan başka bir şey değildir. Katolikler ortak kilise birliklerine değer verirlerdi ve zındıkları sadece kendi inançlarını kilise birliğine feda etmedikleri için dışladılar. Katolikler birliğe sımsıkı bağlıydılar, çünkü birlik yani müşterek kilise onlara göre kutsaldı; zındıklarsa birliği en son sıraya aldılar, tıpkı dindar saygısı olmayanlar gibi. Bunlar dışlanmazlar, kendi tutkularını ve kendi-iradelerini aile bağlarından üstün tuttukları için bizzat kendi kendilerini dışlarlar.

Juliet kadar ihtiraslı olmayan ve onun kadar istemini öne çıkarmayan bir yürek vardır ki, ancak zaman zaman kıvılcımlanır. Yumuşak huylu insan, aile huzuru uğruna kendini feda eder. Burada da kendi-çıkar’ın baskın olduğu söylenebilir çünkü yumuşak huylunun kararı, kendi arzusunun gerçekleşmesinden çok, aile birliğinden tatmin olacağını hissetmesinden kaynaklanıyor. Olabilir; ama ya egoizmin dindar saygıya feda edildiğine dair güvenilir bir belirti varsa? Ya aile huzuruna karşı gelen arzu, feda edildikten sonra bile bir kutsal bağ adına kendini “kurban” edenin belleğinde varlığını sürdürüyorsa? Peki ya yumuşak huylu, kendi istemini tatmin etmeyip bir üst erke boyun eğmiş olduğunun bilincinde olsa?  Yumuşak huylu, boyun eğmiş ve kendini feda etmiştir çünkü dindar saygının batıl inancı onun üzerinde egemenliğini kurmuştur!

Birinde egoizm zafer kazanırken, ötekinde dindar saygı galip gelmektedir ve egoist yürek kanamaya başlar: birinde egoizm güçlüdür, ötekinde – zayıftır. Zayıflar çoktandır bildiğimiz gibi, kendi çıkarlarını düşünmeyenlerdir. Bu zayıf üyelere aile bakar çünkü onlar aileye aittirler, aile mensuplarıdır; demek ki kendilerine ait değildirler ve kendilerine bakamayanlardır. Örneğin Hegel çocukların evlilikleri konusundaki seçimi ebeveynlerine bırakmalarını öne sürmekle bu zayıflığı över.
Birey, kutsal bir topluluk olan aileye itaat borçludur ve yargıçlık hakkı da düşer. Örneğin Willibald Alexis,  Cabanis adlı romanında bu tür bir “aile mahkemesi”’ni anlatır; burada baba “aile kurulu” adına  itaatsiz oğlunu askere yollayarak aileden dışlar ve bu ceza eylemiyle aileye sürülen lekeyi temizlemek ister. –  Aile sorumluluğunun en tutarlı biçimi Çin hukukunda mevcuttur; buna göre birey’in işlediği suçun cezasını bütün aile öder.

Günümüzde sadakatsizleri ciddi bir biçimde cezalandırmak için ailenin etkisi eskisi kadar güçlü değildir, (hatta mirastan çıkarmaya karşı bile devlet çoğunlukla önlem alır). Aileye karşı suç işleyen (aile-suçlusu) devlete sığınır ve özgürleşir, tıpkı Amerika’ya kaçan ve böylece kendi devletinin onu yakalayıp cezalandıramadığı devlet-suçlusu gibi. Ailesine leke süren itaatsiz erkek evlât ailenin vereceği cezaya karşı devlet tarafından korunur. Çünkü devlet, şu koruyucu efendi, aile cezasının “kutsallığını” ailenin elinden alır, kutsallığını bozar ve bu cezanın sadece bir – “intikam” olduğunu belirler: Devlet kutsal ailenin cezalandırma hakkını engeller çünkü o aile kutsallığını kendi “kutsallığına” tabii kılar ve aile, devletin yüce kutsallığı ile çatışmaya gireceği zaman devlet karşısında söner ve kutsalsızlaştırılır. Anlaşmazlık olmadığı sürece devlet kendisinden daha az kutsal olan aileye dokunmaz; ama aksi halde aileye karşı suç işlenmesini bile emreder, örneğin erkek evlâda, ailesi onu devlete karşı suç işlemeye teşvik ederse itaat etmemesini emreder.
Egoist aile bağlarını kırmıştır ve ağır hakarete uğramış olan aile tinine karşı devlet efendinin himayesine girmiştir. Peki ama şimdi nereye gelmiştir?  Doğruca yeni bir toplumun içine. Ve onun egoizmini az önce kurtulmuş olduğu tuzakların aynısı burada da beklemektedir. Çünkü devlet bir toplumdur, bir birliktelik değildir; devlet genişletilmiş ailedir. (“Devlet baba –  devlet ana – devlet evlâtları.”)

Devlet denilen şey bağımlılıktan, bağlılıktan, beraberlikten ve dayanışmadan oluşan bir doku ve bir örgüdür; bu örgüde bir araya dizilen insanlar birbirlerine uymak zorundalar, kısacası hepsi birbirlerine bağlıdırlar: Devlet bu bağımlılıktan oluşan düzendir. Otoritesi en yukarıdakinden en aşağı memuruna kadar ulaşan kral ortadan kaybolsa yine de içlerine düzen anlayışı oturmuş herkes bu düzeni düzensizliğin vahşetine karşı ayakta tutmaya çalışacaktır. Düzensizlik zafer kazansa, devlet yıkılır.

This entry was posted in General and tagged , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , . Bookmark the permalink.